Swallow and sparrow became close friends. They started walking around in together. Other swallows said nothing at the beginning about this circumstance. However, the things changed when the swallow started bringing the sparrow to its nest. Nest of the swallow was under the eaves of an empty wooden house and there were many nests of swallow next to it. Going there from and thereto made swallows disturbed.
Swallows held a meeting and they appointed a spokesman. This spokesman told about this circumstance with it in a suitable time and said it not to bring this sparrow to its nest.
Although the swallow showed some obstinacy, it finally was obliged to obey by this requirement.
One night the sparrow suddenly wakened while it was sleeping. Tree on which it built up its nest among its branches was swinging. It flied away and had a look-see round the environment. Thereupon, it recognised that it was an earthquake.
Its close friend, the swallow, came to its mind. It arrived at its nest and it weakened its close friend. It said the swallow to weaken other swallows and the wooden house may be fallen onto the ground. The swallow fulfilled what it said. Once the last swallow flied away there, the wooden house was fallen onto the ground. Later, swallows set up new nests under eaves of another house and they did make no rejection for the sparrow to go from and to the nest of the swallow for the reason that they were owed their life to it.
Written by: Serdar Yıldırım
KIRLANGIÇ İLE SERÇE
Kırlangıç ile serçe dost olmuşlar. Birlikte gezip dolaşmaya başlamışlar. Diğer kırlangıçlar önceleri bu duruma ses çıkarmamışlar. Fakat kırlangıç serçeyi yuvasına getirmeye başlayınca işler değişmiş. Kırlangıcın yuvası ahşap, boş bir evin saçak altındaymış ve burada pek çok kırlangıç yuvası varmış. Serçenin gelip gitmesi, kırlangıçları rahatsız etmiş.
Kırlangıçlar toplanıp bir sözcü seçmişler. Sözcü uygun bir zamanda kırlangıca konuyu açmış ve serçeyi yuvasına getirmemesini söylemiş.
Kırlangıç biraz direttiyse de sonunda genel isteğe boyun eğmek zorunda kalmış. Bir gece serçe yuvasında uyurken aniden uyanmış. Dalları arasına yuva kurduğu ağaç sallanıyormuş. Uçup çevreyi şöyle bir kolaçan etmiş. O zaman bunun bir yer sarsıntısı olduğunu anlamış.
Aklına dostu kırlangıç gelmiş. Kırlangıcın yuvasına gitmiş, onu uyandırmış. Kırlangıca diğer kırlangıçları uyandırmasını, ahşap evin sarsıntıdan yıkılabileceğini söylemiş. Kırlangıç söyleneni yapmış. Son kırlangıç da kaçınca ahşap ev yıkılmış. Daha sonra kırlangıçlar başka bir evin saçak altına yeni yuvalar yapmışlar ve yaşamlarını borçlu oldukları dost serçenin kırlangıcın yuvasına gelip gitmesine karşı çıkmamışlar.
Yazan: Serdar Yıldırım
POOR AHMET
Ahmet’s mother and father were poor. They were living in a small house with only one room. Since his father’s lungs were ill, he compulsorily retired. Ahmet finished primary school in difficulty by selling pretzel out of school time. Later by the help of his neighbour he started to work in a restaurant to do the washing up. Ahmet had taken the first step to realize his dreams. He had met the wonderful meals which he formerly used to see behind the restaurant windows. Now he had full three courses a day. He had kept Uncle Veli, who was cooking in the restaurant, observing. He would learn cooking from him and he would be a cook himself, too but Ahmet would work not in somebody else’s restaurant but in his own one.
Ahmet opened a restaurant in the city centre after he had done his military service. Because his meals were very delicious, the restaurant was full of customers. He was earning well. Sometimes poor people used to come to the restaurant and eat free meal.
The waiters working in the restaurant and the customers couldn’t find any sense of Ahmet’s going and leaving two plates of meals to an empty table during lunch times. How would they know that they were Ahmet’s present to his mother and father, whom the poverty had finished years ago? They also wouldn’t be able to hear that while putting the plates on the table Ahmet was murmuring “you aren’t going stay hungry any more from now on mummy and daddy. Have your meals and get yourself very full.”
FAKİR AHMET
Annesi, babası fakirdi Ahmet’in. Tek göz odalı bir gecekonduda oturuyorlardı. Babasının ciğerleri hasta olduğundan zorunlu emekliye ayrılmıştı. Ahmet okul olmadığı zamanlar simit satarak zorlukla ilkokulu bitirdi. Daha sonra komşusunun yardımıyla bir lokantaya bulaşıkçı olarak girdi. Ahmet hayalini gerçekleştirmek için ilk adımını atmıştı. Eskiden lokantaların camları arkasında gördüğü o güzelim yemeklere kavuşmuştu. Artık günde üç öğün karnı doyuyordu. Lokantada yemek pişiren Veli dayıyı göz hapsine almıştı. Ondan yemek yapmayı öğrenecek ve kendi de bir aşçı olacaktı ama Ahmet başkasının lokantasında değil kendi lokantasında görevini yerine getirecekti. Kaynakwh:
Ahmet askerden geldikten sonra şehrin mevki yerinde lokanta açtı. Yaptığı yemekler çok lezzetli olduğu için lokanta müşterilerle dolup taşıyordu. Kazancı yerindeydi. Ara sıra muhtaç insanlar lokantaya gelirdi ve bedava yemek yerlerdi.
Lokantada çalışan garsonlar ve müşteriler Ahmet’in öğle vakitleri boş bir masaya giderek masanın üstüne iki tabak yemek bırakmasına bir anlam veremezlerdi. Onlar ne bileceklerdi yıllar önce sefaletin bitirdiği anne ve babasına Ahmet’in armağanını. Hem onlar duyamazlardı ki, tabakları masanın üstüne bırakırken Ahmet’in “ Bundan sonra aç kalmayacaksınız anneciğim ve babacığım. Alın yemeklerinizi karnınızı bir güzel doyurun “ diye mırıldandığını.
Yazan: Serdar Yıldırım
RABBIT
There was a rabbit imagining itself like a lion. One day this rabbit convened all rabbits in the vicinity on a high hill and said them that it would frighten wolf, jackal, fox in the case they would pass through the rough path in the downstairs. Rabbits listened to it with no movement.
Ten minutes later, a wolf was passing through this path and it was suddenly surprised to see a rabbit shouting and running toward itself, and this circumstance caused it to frighten, and it urgently run away and disappeared there. Kaynakwh:
TAVŞAN
Tavşanın biri kendini aslan zannedermiş. Bir gün bu tavşan civardaki tavşanları yüksekçe bir tepeye toplayıp aşağıdaki patika yoldan kurt, çakal, tilki geçmesi halinde korkutup kaçıracağını söylemiş. Tavşanlar, onu sakin şekilde dinlemişler.
On dakika sonra bir kurt geçiyormuş ki, bir de ne görsün, bağırıp çağırarak üstüne doludizgin gelen tavşanı görünce ürkmüş ve son sürat oradan kaçmış.
Yazan: Serdar Yıldırım
FOX
There was a fox hanging wings on it and stealing hens from poultry-houses upper sides of which were uncovered. Once poultry-house owner recognised this circumstance, they covered upper-sides of them.
A fox never likes being hungry and remaining with no remedy. It learnt soil digging work from one mole and started entering into poultry-houses through underground. Poultry-house owners thought that mole was stealing the hens and always hoped to catch a mole.
TİLKİ
Tilkinin biri kanat takıp üstü açık kümeslerden tavuk çalarmış. Kümes sahipleri durumu fark edince kümeslerin üstünü kapatmışlar.
Tilki açlığı ve çaresizliği hiç sevmezmiş. Bir köstebekten toprak kazma işini öğrenip, yeraltından kümeslere girmeye başlamış. Kümes sahipleri tavukları çalanın köstebek olduğunu sanıp, hep bir köstebek yakalamayı ummuşlar.
Yazan: Serdar Yıldırım
JACKAL
One of the jackals found a rifle while it was walking in the jungle. It recognised there
were two cartridge in the rifle, and it immediately started robberies. Animals in
the jungle, properties of which were stolen and were under threat convened and
they arrived before lion.
The lion was informed about the circumstance and this made it very angry and thereafter, it followed the jackal around.
The lion seeing the jackal to walk some ahead has roared. The jackal
pointed its gun at it when it saw that the lion was approaching, and immediately before opening fire, the lion frightened and started running away. Thereupon, the jackal run after the lion, too. Just then, a river appeared in front of them. Both of them swam and crossed the river.The lion run a while and then suddenly stopped running. The jackal stopped as well. The lion turned back and walked over the jackal.
The jackal realized that wet rifle did not open fire and thrown the rifle out and it crossed back the river. The lion followed the jackal.The lion chased the jackal for a long time in the jungle, and it hit a fiston it as soon as caught it. The jackal escaped with great difficulty its life from the lion. From then, no body has seen it in the surrounding.
ÇAKAL
Çakalın biri ormanda gezerken bir tüfek bulmuş. Bakmış tüfekte iki fişek var, hemen soygunlara başlamış. Malı çalınan, tehdit edilen orman hayvanları toplanıp aslanın huzuruna çıkmışlar. Durumu öğrenen aslan çok kızmış, çakalın peşine düşmüş.
Çakalı ilerde giderken gören aslan kükremiş. Çakal aslanın geldiğini görünce tüfeğini doğrultmuş, tam ateş edecekken aslan korkmuş, kaçmaya başlamış. Çakal da aslanı kovalamış. Derken, önlerine bir ırmak çıkmış. Ikisi de yüzerek karşıya geçmiş. Aslan biraz daha koşmuş, sonra aniden duruvermiş. Çakal da durmuş. Aslan geri dönüp çakalın üstüne yürümüş.
Çakal ıslanan tüfeğin ateş etmediğini görünce tüfeği atıp ırmaktan karşıya geçmiş. Aslan da peşinden gelmiş. Aslan çakalı ormanda uzun süre kovalamış, yetiştiği yerde vurmuş. Çakal güçbela canını kurtarmış. Bir daha onu oralarda gören olmamış.
Explorer Şehmuz arrived in the country of poor people as he ventured around. He became more and more surprised as he walked around in the country because he couldn’t understand why they were so poor. Their clothes were very old and torn and some of them were wearing wooden sandals and some of them didn’t have even those sandals and they were walking around barefooted. All the houses in the villages, towns and cities were wooden and they all had only one floor. The fields were in certain places and these places were very small compared to the largeness of the country. He went to the capital of that country. He asked for where the king’s palace was. They said it was not very far away and it was in the middle of the woods. He dismounted from his horse near the woods. He walked through the woods the trees and after a while he ended up a flat place. He looked around and could see nothing except for a two storeyed wooden house. There were about five or six people digging the ground around that wooden house with pickaxes in order to plant something. He went closer to these people:
‘ Excuse me, misters! I was told that the King’s palace was somewhere around here, but I couldn’t find it. I wonder if I am looking for it in the wrong place.’ he said.
‘ You are in the right place sir. This is the palace of our king.’ said one of the man as he pointed to the wooden house.
Explorer Şehmuz was so shocked that he couldn’t speak for a while what is more he couldn’t believe his ears and eyes. How come the King of such a big country would live in an old building like this. He couldn’t believe it. It was so strange and ridiculous. Then he started to feel dizzy and his eyes closed. Then he fell down because he lost his consciousness. When he was conscious again he held his head between his hands and started to think about the reasons of this situation.
‘ How come I couldn’t predict that living in this old house is normal for the king who controls a very poor country and as everybody is starving to death in this country ,the king can be poor, too. I have seen so many places and I have met so many people and now I understand that experience doesn’t always work.’ he thought. Then he decided to visit the king and see how poor he was.
‘ I am OK!. There is nothing wrong. I am so tired so that I felt dizzy. I want to talk to your king. Tell him Explorer Şehmuz wants to visit him.’ he told the people who gathered around him. One of them went to inform the king about Şehmuz’s visit.Kaynakwh:
Then explorer Şehmuz went into the King’s room. Middle aged king welcomed him standing and smiling.
‘ Welcome! I am pleased to meet you. So you are Explorer Şehmuz. I have been listening carefully to the things told about you for years. You bring happiness and fruitfullness to the places you visit. Your knowledge, speech and chats were really convincing that people have never got bored and wanted to learn more from you. I thought you were older, but you are too young.’ said the king.
‘ Thank you my dear king. It is my pleasure to meet you. I hope God bless you and all your people. I first started visiting different places when I was fifteen and it has been more than fifteen years that I have been visiting different countries. I explore around and learn new things. I teach the things that I learned to the people who don’t know them and who are in need of learning. I am a kind of social worker for people who want to learn something.’ said Şehmuz.
‘You are right Şehmuz. The importance of knowledge is not known in some places where there are not any people to teach something and in those places people are illiterate. Anyway , you must be tired. Come this way. I think you should sit and relax.’ said the king and gave him a wooden chair to sit and he sat on another one.
‘ I think you had seen many of the villages and towns of my country until you came to my palace so that you must have realized that my people are so poor and in our towns there aren’t any merchants coming from other countries to sell something to my people as they live in poverty. Besides, most of our lands are unfruitful that is why my people can’t find enough food to eat so new clothes or shoes are luxury for them. We have tried to grow different kinds of fruit, vegetables or crops in those fields which are not farmed and empty at the moment but the result was misery.’ continued the king to his speech.
‘ My dear king, most of your lands have clayey soil. This kind of soil does not let air or water go under the soil. So that vecetables or crops whatever that are planted to this kind of soil can’t get oxigen and when it rains water can not reach the roots of them. If there is no oxigen and water plants can not live. The rest of your lands which is a very small amount has sandy soil which is suitable to grow some kind of vegetables and fruit but the amount of sand is a bit high in this kind of soil. We should mix clayey soil and sandy soil in some convenient places. If the mixture is supported with fertilizer it becomes soil with humus which is the most fruitful soil. You can get a lot of crops, vegetables and fruit. What is more you can make some artificial ponds and grow different kinds of fish so that you can supply meat and protein for your people who need it. In the future you can have more products than you need so you can sell them to neighbour countries and make money.’ explained Şehmuz.
The king was listening to what Şehmuz was saying carefully.
‘ It is enough if we can find enough food to eat. Making money is not very important for me at the moment because my people are dying of hunger. My first aim is to find them enough food. You are telling me very interesting and important things and I have never heard of them before. What you suggest us to do is a great thing. I did not know that there were such methods for agriculture. We shouldn’t waste time. I want some representatives from all the cities, towns and villages in my country to come to my palace. I want them to learn what to do and I also want them to teach the things they learned to all the people in their cities or villages. I am starting an agriculture campaign in my country.’ the king said happily.
It was just the right season and time to plant and grow some crops and vegetables so that Şehmuz’s being there was a big chance for the people who lived there. He told them what they were going to do in details and and taught them how to do it and they went back to their hometowns and taught the people who lived there. For days and weeks they carried sandy soil to the clayey lands in their cars. They mixed those soils and the new fields were planted with seeds. Water canals were opened in order to water those new fields. Also the rains in Autumn helped to water the fields. Next some artificial ponds were made in suitable places and some fish were started to be grown there. After a while crops and vegetables started to sprout in those fields. Everybody was so happy. They picked up the vegetables and fruit. All the warehouses were full of products. All the animals in the country started to graze in the hayfields. In the past those animals used to be really thin but now they got fatter and fatter as they had lots to eat.
Next year the lands where crops were grown were extended. The people who had enough food to eat continued working hard and ambitiously. They exchanged their extra products with clothes and shoes which were brought from different countries. Merchants who had never heard of that country before started to come to the country. Trade started with other countries.
The other year they had much more product. The people who had enough clothes and shoes sold their products in order to have new houses which were made of stone and had two or three storeys. The king also had a big palace which was built opposite the old wooden one and moved there. He didn’t have his old palace fell down as Şehmuz requested from him. A big signboard was hung on the door of the palace and these words of Explorer Şehmuz were written on it.
‘There is absence. Existence is in absence. The important thing is to pulloff absence out of existance. Absence is only one. One absence can’t be two absences. If existence seperates from absence it multiplies. It becomes two, three,five... absence prevents the improvement of existence, incarcerates it. Existence exists in the absence of absent and becomes a being.
Explorer Şehmuz wanted permission from the king to leave the country as saying he has been in this city for three years, he will feel himself happy and fortunate , and by the help of learning , examining , searching and working without looking for advantage will develop the countries. The king and his people did not insist on this precious man whom they owed their everything, who annihilated the poverty. They know that he is an explorer. There would be some other people who would need help and learning. Yes....... A king was crying.
Written by: Serdar Yıldırım
GEZGİN ŞEHMUZ İLE FAKİR PADİŞAH
Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İlerde, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş.Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış:
“ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.
“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.
Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?..Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış.Neyse, kalk bakalım, Şehmuz.Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ Etrafında topl******ra:
“ Yok bir şeyim.Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim.Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş.Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar.İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.
Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek:
“ Hoş geldin!..Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim.Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin.Bilgine,sözüne,s ohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “
“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “
“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak..” diyerek padişah,
Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.
“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı Kaynakwh:
düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır…”
“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten.Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat, kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “
“Aman be Şehmuz,yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın.Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.
Ekim-dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim-dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.
Ertesi yıl, tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.
Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış.
“ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur…Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “
Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra, padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.
The laundrywoman working in the palace’s laundry had a young and beautiful daughter. This girl’s name was Lolita. Lolita was working with her mother and passing her days by doing washing. Lolita who was watching the palace’s garden in her free time through the laundry’s window couldn’t help herself looking with full admiration at the three princesses and the prince who were the king’s daughters and son when she saw them in the garden. Every day a different dress and their models were different. There was no one more handsome than the prince. Lolita would like to be a princess too but although she was thinking of it all the time it hadn’t been possible even to dream herself as a princess.
When a young king of one of the neighbor countries asked the oldest princess whom he saw and liked and danced at a banquet arranged in his honor during his visit to this country marry him the princess told him that she wouldn’t be able to refuse this offer and asked him to talk to her father about this matter. When the talk concluded positively two young people got engaged at an engagement celebration in the palace and the young king returned back to his country. After a while shorter than a month the news that the princess had lost her engagement ring was heard. The people in the palace searched thoroughly combed went out and searched in every nook and cranny of the palace but there was no relief the research that had lasted for days couldn’t come to an end by no way the engagement ring couldn’t be found at any way. The ring had vanished as if it had become a mystery.
The day on which the ring was lost was an ordinary day for the princess like all the other days. She had got up early in the morning had wandered with her two sisters in the palace’s garden then she had had a bath and had went into the dining saloon to have breakfast. At that moment the princess had realized that she didn’t have her ring on her finger. Was it possible that the ring was in her dress’ pockets? Maybe. When the princess who controlled her right and left pockets without making the people around her become aware realized that the ring wasn’t in her pockets she hadn’t panicked and thought that she might have forgotten the ring in her room and had waited for the breakfast finish. Although the princess went to her room immediately after the breakfast and looked for it a lot she had to accept the situation when she couldn’t find the ring and she went to the king and told him that she had lost the ring.
The laundry girl Lolita was sorry for the ring’s not being able to be found although several days passed. Her sadness was increasing day by day because the wedding day was coming near slowly. What would happen when the young king – the beautiful princess’ fiancée come and see that the ring wasn’t on her prospective wife’s finger? What if the young king accepted this as an insult and forsook getting married… wouldn’t the huge country’s honor lose all its worth? Lolita thought “I wish the ring would be found and these two young people got married and become happy”. “Participating the wedding which was going to be made in the palace is far from my dreams but it would be enough for me to see the dear princess once while she was passing through the palace’s garden in her wedding dress on the wedding’s following day.
One day Lolita was busy with choosing a suitable dress among the dresses coming from the palace for her in her room in the laundry. She would unstitch some parts would make some differences on some other parts of the dress she would choose and she would sew it again how she could wear it. While she was checking the dresses which the princesses wore one day and didn’t wear again she touched a round small object in one of the dresses’ undercoat. Lolita immediately unstitched the dress’ undercoat. When she looked at the object coming out of the undercoat carefully she saw that it was a ring. Might it be the princess’ lost ring? Of course why not; the princess had gone out to the garden to look for the ring maybe ten times with this white dress on her. There was already a hole in one of the pockets of the dress. Lolita went out of her room in happiness and went to the palace with quick steps.
Everyone started to smile by the engagement ring’s being found. Lolita one of whom smiled the most fell in an indescribable excitement and became quite happy when the king told her that she could join the wedding. Lolita who joined the wedding in the palace was candescent with her beauty in the dress which was prepared specially. The prince wasn’t going away from Lolita he was inviting her to dance and he was complimenting. The guests were talking that the prince and Lolita were a physically nice couple. After the young king went back to his country with his wife the following day the guests went back to their countries one by one too. Lolita certainly went back to the laundry. Just after a few months passed Lolita’s mother came near her and told her that the gardener wanted her to marry his son. After talking to her mother for a while Lolita accepted to marry the gardener’s son. Lolita and the gardener’s son married with a wedding made in the laundry and they also become quite happy.
Robot Eagle – İngilizce Hikaye-Türkçe Tercümesiyle
Professor Jack Stingo used to make some experiments, was trying to invent things in his free time on the basement floor of his house, which he converted into a laboratory. In the last few years he paid all his attention to make a robot eagle and concentrated his works on this way. He had already made two robot eagles and had flown them with a remote control in his house’s large garden, which was in the ghetto, but that was not his main aim.
Professor Jack Stingo knew that making a well – developed robot eagle was in turn. This robot eagle would have a lot more different qualifications than the other robot eagles: It would have all the information it should know through the mini computer in its brain and it would search the eagles’ lives by having close relationships with them by the light of this information. It would transfer its observations to the professor’s computer in the laboratory after interpreting them in the mini computer in its brain. By the way everything he saw through the camera in its eyes would be seen by the professor on the computer’s screen being in the laboratory.
The desire to learn new and different knowledge was an unforsakeable passion of human mentality and it wasn’t contended with that and the effort to learn even the unknown would be used as a springboard and each new knowledge could be presented for the good of mankind.
Professor Jack Stingo completed to make the robot eagle after a tiresome work, which lasted three years; he took the robot eagle out to the garden, turned back to the laboratory, sat in front of his computer and he made the robot eagle fly by actuating the remote control. After touring a little, the robot eagle headed for towards the mountains. It would join the eagles living at the steep and rugged reef and would search their lives. After flying a while, the robot eagle saw an eagle flying by making large circles at a very high level. What was this eagle doing? What was its aim of flying by making large circles? It should be asked him. It rose. When it came near to the eagle it asked:
“Excuse me, why are you turning all the time there?” The eagle showed a very harsh and brutal reaction:
“Shut up, go away, don’t you have any business? Push off…”
The robot eagle immediately went away from there. What kind of an eagle was that? He had apologized and asked why he had been turning. Why had the eagle dismissed him? The robot eagle passed that night in peace. The following day when he nearly had reached the steep and rugged reef, he saw an eagle nest. There were two eagles and a nestling, he headed towards them. The two eagles left the nest at he same time and they held up. After one of the eagles said:
“What do you think you are doing? What impertinence! I was chasing a game yesterday, you made me talk just before I would chase, and you made me miss my game and today you are trying to come to my nest. These are terrible mistakes and there is no mercy for them. An eagle has to know these wherever on earth he lives. I don’t know why but I think that you have made these mistakes without knowing. If you knew them, you couldn’t stand so calm before me. Now go away from here without saying anything and never meet me again. I will pull you to pieces at your third mistake. Oh, he is still standing”, he wanted to throw himself into the robot eagle. The robot eagle immediately turned back and started to run away from there as quick as possible. The eagles turned back to their nests after chasing the robot eagle for a while. The robot eagle went down to a reef, which was on the hillsides of a mountain, after flying for nearly half an hour. The environment was quite silent. He started to interpret the events on his mini computer in his mind and transfer all the talks to the professor’s computer. After he finished the process, he heard an eagle’s voice while he was trying to find to which way he should fly.
“Hey buddy!… What are you doing there? May I come near you?” The robot eagle turned his head to left and looked. An eagle had perched on the reef further and was shaking one of his wings. “If you want to talk, I can come near you. Would you like me to come, buddy?” This was a chance that the robot eagle sought but couldn’t find. The chance was there for him. It was called chance and he wouldn’t miss the chance.
“Come on buddy, let’s come and talk!” The eagle flew and perched near the robot eagle.
“I have been watching you for a while, buddy. You were quite dreamy a few minutes ago, as if your body was here but your mind was in another place or let’s say you seemed me like that.”
“What you have said might be true in some way. Everything has a reason. If you move backwards from here, you will reach the occurrence; if you move forwards, you will reach the result.”
“It is possible to reach the result by eliminating the reasons of its occurrence, isn’t it buddy?”
“Completely right. Let’s talk in short! I am a robot eagle made by a scientist called Professor Jack Stingo. I am on duty to search the eagles’ lives. The number of the eagles in the world is decreasing steadily. This situation is known by the mankind and studies are done so that the eagles breed won’t become extinct. The professor will present the knowledge, which he has got through me, for the mankind’s opinion and the things that people know will consolidate with the new knowledge about the eagles. The studies made by this knowledge’s light will make the eagles propagate. It must be your duty to attend to such a useful aim as an eagle.” After the eagle looked very puzzled at the robot eagle’s face, he recovered himself.
“That means to say that you are a robot eagle. You were behaving strangely but if you hadn’t told me, I wouldn’t have understood that you were a robot. Anyway we mostly hunt during the day. Each eagle has a different game reserve. An eagle can’t enter another eagle’s game reserve. It is forbidden. We don’t like being disturbed while chasing a game and relaxing in our nest. If somebody disturbs, they will be reacted and put in their places. We don’t often push and shove one another. Its reason is that two eagles rarely come together and see each other except the family. As you know the eagles are the rulers of the skies. No other flying creature can break a lance with us. We build our nests on the summits of the mountains, at the steepest and most unreachable places of the reefs. We live there away from the strangers’ eyes. Sometimes a snake comes, from where I don’t know, and pesters the eggs in the nest. If there are three eggs in the nest, it certainly snatches one or two of them.
It is impossible to leave the nest when there are eggs. We hunt snakes every day but since they propagate very quickly, those snakes’ numbers never decrease. It is a problem even they exist or not. By the way the people shoot and kill them with rifles. Why do people kill the eagles although they don’t eat their meat? No, such a nonsense thing can’t happen. If there weren’t any eagles, there would be snakes and centipedes everywhere. Common voles would be come across at every step. If these common voles propagate, there would neither be fields and vineyards nor gardens. They would wipe away all the crops. As a result the ones would be the people who would go hungry, this is my remark.”
The following talks were in the way of question – answer. The robot eagle asked the questions that he couldn’t answer, and the eagle answered. After talking a little more for a while the robot eagle said:
“That’s enough, thank you buddy.” The eagle said “Thank you actually, buddy” and it flew away. The robot eagle immediately transferred the talks to the professor’s computer. The robot eagle, who continued his observations for a few more days in the environment, set off his journey to return. The information that has been got would be presented to the people’s remark through publication after being compiled.
Written by: Serdar Yıldırım
ROBOT KARTAL
Profesör Jack Stingo üniversitedeki görevinden arta kalan zamanlarda laboratuvar haline getirdiği evinin bodrum katında çeşitli deneyler yapıyor, yeni buluşlar gerçekleştirmeye çalışıyordu. Son birkaç yıldır bütün dikkatini robot kartal yapımına vermiş ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırmıştı. Gerçi şimdiye kadar iki robot kartal yapmış ve bunları şehrin varoşlarındaki evinin geniş bahçesinde uzaktan kumanda ederek uçurmuştu, ama onun asıl amacı bu değildi.
Profesör Jack Stingo sıranın son derece geliştirilmiş bir robot kartal yapımına gelmiş olduğunu biliyordu. Bu robot kartal diğer robot kartallardan pek çok farklı özelliklere sahip bulunacaktı: Kafasının içine yerleştirilmiş mini bilgisayar aracılığıyla bilmesi gereken tüm bilgilere sahip olacak ve bu bilgilerin ışığında kartallarla yakın ilişkiler kurarak onların yaşantılarını araştıracaktı. Edindiği izlenimleri kafasındaki mini bilgisayarda değerlendirip anında profesörün laboratuvarındaki bilgisayara geçecekti. Ayrıca gözlerindeki kameralar ile gördüğü her şey laboratuvardaki bilgisayarın ekranında profesörün görüşüne açık olacaktı.
Yeni ve değişik bilgiler öğrenmek isteği insan zekasının vazgeçilmez tutkusuydu ve bilinen ile yeterli kalınmayıp bilinmeyeni de bilmek için harcanacak çaba, insanoğlunun gelecekte edineceği yeni bilgilere atlama taşı olabilirdi, her yeni bilgi insanlığın yararına sunulabilirdi.
Profesör Jack Stingo üç yıl süren yorucu bir çalışmadan sonra, robot kartalın yapımını tamamladı; robot kartalı bahçeye çıkardı, laboratuvara döndü, bilgisayarın başına geçti ve uzaktan kumanda aletini çalıştırarak robot kartalın uçmasını sağladı. Robot kartal evin üzerinde birkaç tur attıktan sonra dağlara doğru yöneldi. Sarp ve yalçın kayalıklarda yaşayan kartalların arasına karışıp, onların yaşantılarını araştıracaktı. Robot kartal bir süre uçtuktan sonra çok yükseklerde geniş daireler çizerek uçmakta olan bir kartal gördü. Bu kartal ne yapıyordu böyle? Onun geniş daireler çizerek uçmaktaki amacı neydi? Bunu ona sormak lazımdı. Yükseldi. Kartalın yanına yaklaşınca:
“ Özür dilerim, niye dönüp duruyorsun orada? “ diye sordu. Bunun üzerine kartal sert ve çok şiddetli bir tepki gösterdi:
“ Sus, kaç oradan, işin yok mu senin? Defol git buradan…”
Robot kartal hemen oradan uzaklaştı. Bu ne biçim kartaldı böyle? Özür dileyip, niye dönüp duruyorsun diye sormuştu. Peki kartal neden onu kovmuştu? Robot kartal o geceyi sakin geçirdi. Ertesi sabah sarp ve yalçın kayalıklara yaklaşmıştı ki bir kartal yuvası gördü. Yuvada iki kartal ve bir yavru vardı, onlara doğru yöneldi. Aynı anda iki kartal yuvadan ayrılıp hızla uçarak robot kartalın önünü kestiler. Kartallardan biri:
“ Sen ne yaptığını sanıyorsun? Bu ne münasebetsizlik? Dün av takibindeydim, tam dalışa geçecekken beni lafa tuttun, avımı kaçırdın. Bugün ise yuvama gelmeye çalışıyorsun. Bunlar korkunç hatalar ve kesinlikle affı yoktur. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın bir kartalın bunları bilmesi gerekir. Neden bilmem senin bu hataları bilmeden yaptığını düşünüyoru m. Eğer bilseydin karşımda böylesine soğukkanlı duramazdın. Şimdi hiçbir şey söylemeden çek git buradan ve bir daha karşıma çıkma. Üçüncü hatanda parçalarım seni.. Bak hala duruyor ” dedikten sonra robot kartalın üstüne atılmak istedi. Robot kartal aniden geriye dönerek, son sürat oradan kaçmaya başladı. Kartallar, robot kartalı bir süre kovaladıktan sonra yuvalarına döndüler. Robot kartal yarım saat kadar uçtuktan sonra bir dağın yamaçlarındaki kayalıklara indi. Çevre oldukça sessizdi. Kafasındaki mini bilgisayarda olayları değerlendirmeğe, tüm konuşulanları profesörün bilgisayarına geçmeye başladı. İşlem tamamlandıktan sonra hangi yöne doğru uçması gerektiğini bulmaya çalışırken, bir kartal sesi duydu.
“ Hey arkadaş!..Orada ne yapıyorsun? Yanına gelebilir miyim? “ Robot kartal başını sola çevirip baktı. İlerde bir kartal kayalıklara konmuş ve bir kanadını sallıyordu. “ Konuşmak istersen yanına gelebilirim. Gelmemi ister misin, arkadaş? “ Bu, robot kartalın arayıp da bulamadığı fırsattı.İşte fırsat ayağına kadar gelmişti.Buna şans denirdi ve bu şansı kaçırmazdı.
“ Gel arkadaş, gel, gel de konuşalım. ” Kartal uçtu, robot kartalın yanına kondu.
“ Bir süredir seni izliyorum, arkadaş. Az önce epey dalgındın, sanki gövden buradaydı, fakat aklın başka yerdeydi veya öyle gibi göründün bana diyelim. “
“ Söylediklerin bir şekilde doğru sayılabilir. Her şeyin bir nedeni vardır. Buradan hareketle geriye gidersen oluşa, ileri gidersen sonuca varırsın. “
“ Sonuca varmak o oluşun nedenlerini ortadan kaldırmakla ortadan kaldırmakla mümkündür. Öyle değil mi arkadaş? “
“ Çok çok doğru..Sözü fazla uzatmayalım. Ben Profesör Jack Stingo adındaki bilim adamı tarafından yapılmış olan bir robot kartalım. Kartalların yaşantılarını araştırmakla görevliyim. Dünyadaki kartalların sayısı giderek azalmakta. Bu durum insanlar tarafından biliniyor ve kartal nesli yok olmasın diye çalışmalar yapılıyor. Profesör benim aracılığımla elde ettiği bilgileri insanlığın görüşüne sunacak ve insanların kartallar hakkında bildikleri yeni bilgilerle pekişecek. Bu bilgilerin ışığında yapılacak çalışmalar, kartalların çoğalmasını sağlayacak. Bir kartal olarak böylesine faydalı bir amaca hizmet etmek görevin olmalı. ” Kartal bir süre şaşkın şaşkın robot kartalın yüzüne baktıktan sonra kendini toparladı.
“ Demek sen bir robot kartalsın. Oldukça değişik davranışlar içindeydin, fakat sen söylemesen
bir robot olduğunu anlayamazdım. Her neyse biz kartallar çoğunlukla gündüzleri avlanırız. Her kartalın ayrı bir av sahası vardır. Bir kartal başka bir kartalın av sahasına giremez. Bu yasaktır. Av peşindeyken ve yuvamızda dinlenirken rahatsız edilmekten hoşlanmayız. Eğer rahatsız eden olursa tepki görür, haddi bildirilir. Kendi aramızda pek itiş kakışımız olmaz. Bunun nedeni aile dışında çok nadir olarak iki kartalın bir araya gelip görüşmesidir. Bildiğin gibi kartallar göklerin hakimidir. Hiçbir uçan yaratık bizimle havada boy ölçüşemez. Yuvalarımızı dağların doruklarına, kayalıkların en sarp ve ulaşılmaz yerlerine yaparız. Oralarda yabancı gözlerden uzakta yaşarız. Bazen nereden bilmem çıkar bir yılan yuvadaki yumurtalara musallat olur. Yuvada üç yumurta olsa birini, ikisini garanti bu yılanlar kapar.
Bir an bile boş bulunmaya gelmez yuvada yumurta varken. Biz de her gün pek çok yılan avlarız fakat çabuk ürediklerinden sayıları hiç azalmaz bu yılanların. Hani olsa bir türlü olmasa bir türlü..Bir de insanlar tüfeklerle vururlar kartalları, öldürürler..Kartal eti yemezmiş insanlar peki neden öldürürler o zaman kartalları? Hayır, böyle anlamsız şey olmaz. Kartallar olmasa her taraf yılan, çıyan dolar. Tarla faresine adım başında rastlanır. Bu tarla fareleri bir çoğalsalar ne tarla kalır, ne bağ, ne bahçe. Bütün mahsulü silip süpürürler. Bunun sonucu aç kalan yine insanlar olur, benden söylemesi. ”
Daha sonraki konuşmalar soru-cevap şeklinde oldu. Robot kartal kafasına takılan konuları kartala sordu, o da bu soruları cevapladı. Bir süre daha konuştuktan sonra robot kartal:
“ Bu kadarı yeterli, teşekkür ederim, arkadaş ” dedi. Kartal: “ Asıl ben teşekkür ederim, arkadaş ” dedi ve uçup gitti. Robot kartal hemen konuşulanları profesörün bilgisayarına geçti. Birkaç gün daha çevrede gözlemlerini sürdüren robot kartal profesörden görev tamamlandı sinyalini alınca dönüş yolculuğuna başladı. Elde edilen bilgiler profesör tarafından derlenip toparlandıktan sonra yayım yoluyla insanların görüşüne sunulacaktı.
He wasn’t the kind to pick a secretary by the color of her hair. Not Bill
Hargrave. Both Paula and Nancy had been smart enough to know that. And for some
time everyone in the office had known that one of them, Paula or Nancy, was
going to get the job. In fact, the decision would probably be made this
afternoon. Hargrave was leaving town and wanted to settle the matter before he
left.
The two girls could see him from their desks outside his office. Maybe it was
only some correspondence that he was looking at with cool, keen eyes. But for a
moment his finger seemed to pause above those two efficient little pushbuttons.
If he pressed the left one, it would be Paula’s pulse which would begin to beat
faster.
Paula couldn’t keep her eyes off that light on her desk. She kept making
mistakes in her typing and nervously taking the sheets of paper out in order to
start all over again.
She leaned across her typewriter and said to Nancy, “The boss is all dressed up
today. He must be going on a special trip.”
She was just talking to relieve her nervousness. Nancy took her time about
answering. She wasn’t used to having Paula talk to her in such an intimate tone.
Not since they’d learned a month ago that they were both in line for a
promotion, for the important job as Bill Hargrave’s secretary.
“He does look nice.”
Hargrave was young and outside of office hours he was said to be human. But that
wasn’t why he’d gotten to be one of the important officials of the company until
they saw him one day in one of the top executive positions.
The two girls saw him get up from his desk and walk to the doorway of his
office. He stood there with one hand in a pocket of his blue flannel suit. There
was a small white flower in his buttonhole and the usual keen, unrevealing smile
on his face.
“Did you send for the tickets?” he asked Nancy.
“I got the tickets all right,” she answered, “but…and she tried to smile in the
same hard way the boss did. She looked about as hardboiled as a white kitten.
“But there just aren’t any staterooms to be had,” she told him. “Not for love or
money.”
The boss was certainly disappointed. Anybody could see that.
“Suppose I try it?” Paula suggested quickly.
And for the next ten minutes, half the office employees could hear Paula telling
the ticket agent exactly what she thought of him.
“Listen,” she said, “I don’t care whose reservations you have to cancel…”
Well, the job was worth going after. There was the salary, for one thing. And
there was the prestige. The boss’s secretary knew a great deal about the
business. And there were the interesting people she got to talk to. The
important people. And the boxes of perfume, flowers, and candy they often left
on her desk.
And there was Bill Hargrave for a boss. Young and clever and attractive. That
was a factor, too. Because in the advertising business you called the boss
“Bill,” and he called his secretary “Nancy” or “Paula” and took her to dinner on
the company expense account.
It was all strictly business, but it seemed intimate and informal.
Both Paula and Nancy knew about those dinners. Bill had tried to be fair. He
would ask Paula to stay one night, and it would be Nancy’s turn the next night.
But Paula had been smart. She had soon learned how impersonal Bill Hargrave
could be, even at those intimate dinners. About as personal as one of those
advertisements that says, “This means you.” And she saw how much harder to
please he was during the overtime hours- more irritable, more inclined to be
critical in his manner.
So when Nancy had said, “I don’t mind staying nights, really. I know Paula
usually has a date. She’s popular with the men…” well, Paula had been glad to
let it go at that. She’d been quick enough to see that neither of them was going
to get the job simply on a basis of physical attractiveness, and she was right.
Paula didn’t need any lessons when it came to office politics. She was the one
who was always busy when someone of little importance in the office wanted his
material typed. “Sorry, but it’s impossible, Jack. Why not ask Nancy?”
And they did ask Nancy. It left Paula free to do Bill Hargrave’s work in a
hurry. She was never too busy for Mr. Bill’s work.
When Hargrave finally pressed one of those buttons it was at Paula’s desk that
the light went on. She started to make a grab for her notebook, but she quickly
took out her mirror first. Then she grabbed up her notebook and an envelope that
was on her desk.
As for Nancy, what else could she do but sit there with her pretty blonde head
bent over her typewriter? Nancy was a natural blonde, and that seemed the best
way to describe her.
She just didn’t seem to know any tricks such as Paula did for making herself
more popular with the boss.
The moment Paula got inside Hargrave’s office he asked about that stateroom.
“Any luck, Paula?”
Paula wasn’t dumb. It was the little things that would count with Mr. Bill.
Orchestra seats at the theater when an important client was in the town and the
show was sold out. Or a stateroom when there were “no staterooms to be had for
love or money.”
She handed him the envelope. It contained the two sets of tickets. “That’s your
stateroom number on the outside,” she said in a businesslike way.
She had on a blue flannel suit something like Bill’s, and it was clear he
thought she looked pretty smart in it.
“Don’t forget the time,” she added, “eight-fifteen.”
Hargrave smiled. “So there were no staterooms for love or money, eh?”
He looked again at the number of his stateroom and he put the envelope carefully
in his inside pocket.
Then he told her. She was going to have a new job. He mentioned the salary, too.
He didn’t neglect to mention the salary.
She took it just right- in a very businesslike manner. Just enough of gratitude.
And then, the old sportsmanship. How sorry she felt about Nancy. She didn’t look
sorry
And neither did Bill. He told her it was okay, that she shouldn’t worry about
Nancy, that Nancy wasn’t made for the job anyway, and that besides, he and Nancy
were leaving on their honeymoon tonight. Tonight at eight-fifteen.
Büyük Fırsat
Frederick Lang
O bir sekreteri saçının rengine bakarak seçecek tipte biri değildi. En azından
Bill Hargrave böyle değildi. Hem Paula, hem de Nancy bunu bilecek kadar
zekiydiler. Ve bir süredir de bürodaki herkesin bildiği gibi içlerinden biri,
Paula veya Nancy, işi alacaktı. Aslında, karar muhtemelen bu öğleden sonra
verilecekti. Hargrave kasabadan ayrılıyordu ve gitmeden önce meseleyi halletmek
istiyordu.
Kızların ikisi de, çalışma odasının dışındaki masalarından onu görebiliyorlardı.
Belki de patronlarının sakin, keskin gözlerle baktığı sadece bir mektuptu. Ama
bir an için parmağı, o iki küçük işlek çağrı düğmesinin üzerinde durur gibi
oldu. Eğer soldakine basarsa, daha hızlı atmaya başlayacak olan nabız
Paula’nınki olacaktı.
Paula gözlerini masasının üzerindeki ışıktan ayıramıyordu. Daktiloda hata
yapmaya ve herşeye baştan başlamak için gergin bir şekilde kağıtları çıkarmaya
devam etti.
Daktilosunun üzerinden eğildi ve Nancy’ye, “Patron bugün baştan aşağıya iyi
giyinmiş. Özel bir geziye gidiyor olmalı” dedi.
Sadece gerginliğini yatıştırmak için konuşuyordu. Nancy cevap vermekte acele
etmedi. Paula’nın, kendisiyle böyle samimi bir ses tonuyla konuşmasına alışkın
değildi. Özellikle de, bir ay önce her ikisinin de Bill Hargrave’in sekreterliği
gibi önemli bir işe terfi etmek için aday olduklarını öğrenmiş olmalarından
beridir.
“Hoş görünüyor.”
Hargrave gençti ve mesai saatlerinin dışında insancıl olduğu söylenirdi. Ama
onu, bir gün şirketin üst yönetici mevkilerinde birinde görene kadar şirkette
önemli biri olması gerektiğinin sebebi bu değildi.
Kızların ikisi de onun masasından kalktığını ve çalışma odasının girişine doğru
ilerlediğini gördü. Orada, bir elini mavi kadife takım elbisesinin ceplerinden
birine sokmuş olarak ayakta durdu. Ceketinin yakalarından birinde küçük, beyaz
bir çiçek ve yüzünde her zamanki zeki, kendini açığa vurmaz gülümsemesi vardı.
“Biletleri istettiniz mi? diye sordu Nancy’ye.
“Biletleri hallettim,” diye yanıtladı Nancy, “ama… ve patron gibi aynı ciddi
ifadeyle gülümsemeye çalıştı. Beyaz bir kedi yavrusu kadar çaresiz göründü o an.
“Ama ayırtabileceğimiz hiç özel kompartman kalmamış,” diye açıkladı ona.
“Mümkünatı yok.”
Patron kesinlikle hayal kırıklığına uğramıştı. Bunu herkes farkedebilirdi.
“Bir de ben deneyim mi?” diye çabucak bir teklifte bulundu Paula.
Ve sonraki on dakika boyunca ofis çalışanlarının yarısı, Paula’nın bilet satış
görevlisine kendisi hakkında ne düşündüğünü söylemesini duyoyorlardı.
“Dinleyin,” diyordu, “Kimin rezervasyonlarını iptal etmek zorunda kaldığınız hiç
umurumda değil…”
Eee, iş peşinden koşmaya değerdi. Bir kere, maaşı iyiydi. Ve saygınlığı vardı.
Patronun sekreteri, işler hakkında oldukça fazla bilgiye sahip olurdu. Ve
konuşmak durumunda kaldığı ilginç
insanlar vardı. Önemli kişiler. Ve bu kişilerin sık sık masasının üstüne
bıraktığı kutular dolusu parfüm, çiçek ve şekerler.
Ve Bill Hargrave vardı patron olarak. Genç ve zeki ve çekici. Bu da bir etkendi.
Çünkü, reklamcılık işinde patronuna “Bill” diye seslenirdin, ve o da sekreterine
“Nancy” veya “Paula” derdi ve onu şirket giderleri hesabından ödenen akşam
yemeklerine götürürdü.
Bu mutlak suretle, tamamen işin bir parçasıydı, ancak biraz samimi ve gayri
resmi görünürdü.
Hem Paula, hem de Nancy bu akşam yemeklerini iyi biliyorlardı. Bill adil olmaya
çalışmıştı. Bir akşam Paula’dan kalmasını rica ederdi, ve sonraki akşam yemek
sırası Nancy’ye gelirdi.
Ama Paula akıllı hareket etmişti. Bill Hargrave’in o samimi akşam yemeklerinde
bile ne kadar mesafeli olabildiğini hemen öğrenmişti. Şu içlerinden birinde
aşağı yukarı “Bu sen demeksin” diyen reklam kadar mesafeliydi. Ve onu fazla
mesai sırasında memnun etmenin nasıl daha da zor olduğunu gördü_ daha asabi,
hareketlerinde eleştirici olmaya daha fazla eğilimli.
Ve tabii Nancy “Akşamları ben kalabilirim, gerçekten. Paula’nın genellikle bir
randevusu olduğunu biliyorum. Erkekler arasında oldukça meşhur…” dediğinde,
Paula olayın böyle gelişmesine izin vermekten hoşnut olmuştu. Paula, ikisinin de
bu işi sadece fiziksel çekicilikleri ile elde edemeyeceklerini görmekte
gecikmemişti, ve haklıydı.
İş, büro politikalarına geldiğinde, Paula’nın hiç bir derse ihtiyacı yoktu.
Büroda fazla önemli olmayan biri notlarını daktilo ettirmek istediğinde her
zaman meşgul olan hep oydu. “Üzgünüm, ama imkansız Jack. Neden Nancy’den
istemiyorsun?”
Ve onlar da Nancy’ye rica ederlerdi. Bu Paula’ya, Bill Hargrave’in işlerini daha
acele yapma özgürlüğünü getirdi. O, Bay Bill’in işleri için asla çok meşgul
değildi.
Hargrave en sonunda şu düğmelerden birine bastığında, ışığı yanan Paula’nın
masasıydı. Not defterini kapmak için hareketlendi, ama daha önce çabucak
aynasını çıkardı. Sonra defterini ve masasının üzerindeki bir zarfı aldı hemen.
Nancy’ye gelince, sapsarı kafası daktilosunun üzerine bükülmüş bir şekilde orada
öylece oturmaktan başka ne gelirdi elinden? Nancy doğal bir sarışındı, ve bu onu
tanımlayabilecek en iyi ifadeydi.
Sadece, Paula’nın kendini patrona daha da yakınlaştırmak için başvurduğu
hilelerin hiç birini biliyor gibi görünmüyordu.
Paula patronun çalışma odasına girdiği anda, Hargrave şu kompartman konusunu
açtı.
“Hiç şansımız var mı, Paula?”
Paula aptal değildi. Mr. Bill için önemli olan Ufak ayrıntılardı. Önemli bir
müşteri kasabadayken, tüm biletlerin satıldığı bir tiyatro salonunda orkestra
gösterisi için yer bulabilmek gibi. Veya “ayarlanmasının mümkün olmadığı” bir
zamanda bir kompartman.
Ona zarfı uzattı. İçinde iki kişilik bilet vardı. “Bu salonun kenarındaki
kompartmanınızın numarası,” dedi ciddi bir ifadeyle.
Üzerine Bill’inkine benzer mavi kadife bir takım elbise giymişti, ve bu elbise
içinde patronun onun çok güzel göründüğünü düşündüğü aşikardı.
“Saatini unutmayın” diye ekledi, “sekiz-onbeş.”
Hargrave gülümsedi. “Güya kompartman ayarlamak mümkün değildi, ha?”
Kompartmanının numarasına tekrar baktı ve zarfı dikkatli bir şekilde iç cebine
koydu.
Sonra ona söyledi. Yeni işi o alacaktı. Maaştan da bahsetti. Maaştan bahsetmeyi
ihmal etmedi.
Paula bunu tam anlamıyla uygun bir şekilde-çok ciddi bir tavırla- kabul etti.
Sadece yetecek kadar bir minnettarlıkla.
Ve sonra, şu eski sportmenlik. Nancy için ne kadar da üzülüyordu. Aslında pek de
üzgün görünmüyordu.
Ve Bill de üzgün görünmüyordu. Ona her şeyin yolunda olduğunu, Nancy için
endişelenmemesi gerektiğini, nihayetinde Nancy’nin bu işe uygun olmadığını, ve
bunun yanısıra, o ve Nancy’nin bu akşam balayına çıkacaklarını söyledi. Bu
akşam, saat sekiz-onbeşteki trenle.
Cevapla:
Bütün konular: 155 Bütün postalar: 290 Bütün kullanıcılar: 38 Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse